‘Beni hiç göremezsin’ ya da hafızanın dehlizleri

Posted by

‘beni hiç göremezsin’, Yücel Kayıran’ın 1994-2002 arasında yazdığı, 2005 Altın Portakal Şiir Ödülü’nü alan kitabı. Geçtiğimiz aylarda Everest Yayınları tarafından yayımlanan kitap, ‘beni hiç göremezsin’ diyen şiir öznesinin, kendini, kendi sınırladığı ölçüler içinde görünür kıldığı şiirlerden oluşuyor. Kitabın adının çağrıştırdığı “görünür olmama arzusu”, aslında “keşke bunlar görünmeseydi/ olmasaydı” dileği sanki. Dilek, sanırım doğru kelime burada. Onun yerine pişmanlık da diyebiliriz ancak geriye giderek, çocukluğa ve hafızanın o derin, kasvetli boşluğuna yaptığımız yolculukta karşılaştıklarımızı, pişmanlık sözcüğüyle açıklamak pek mümkün değil. Çünkü şiir öznesinin kendi dışında gelişen, kendi sorumluluğunda olmayan durumlar bunlar. O halde bize düşen, çocukluğa inmek. Yani hafızada kazılı olanlara.

‘beni hiç göremezsin’deki şiirlerin en belirgin ortak temaları, hafıza ve çocukluk (olumlu yönleriyle hatırlanmayan çocukluk). Ardından, kaçan fırsatlar ve rüyalar geliyor ki, kaçan fırsatlar da hafızanın kaydında zaten. Rüya ise, “rüya ve ip” şiirindeki “yakalanınca ruhumdan sökülmüş her rüya/ dikiliyor yüzümün çürüyen yerlerine” dizelerinde vurgulandığı gibi, yüzün çürüyen yerlerine tekabül eden, sökülmüş bir şey. Gece görülenin, gündüz “yüzün çürüyen yerleri”ne dikilmesi, karşısına dikilmeyi, yani bir anlamda hesap sormayı da çağrıştırıyor.

Başka bir şiirde, “tren ve sandal”da ise, “Her insanın bir cehennemi vardır/…/ Ve oraya giden bir tren hep görünür/ rüyadaki zamana götürür algısıyla” dizeleriyle karşılaşıyoruz. “Bir tren hep vardır yerine”, “bir tren hep görünür” denmesinin tesadüf olmadığını düşünüyorum. Çünkü olmak ile görünür olmak arasındaki ayrım, sıradan değil, can alıcı bir ayrım. Ayrıca, trenin götürdüğü yer, yani gidilen mekan, “rüyadaki zaman”dır. Söz konusu mekanın, zamanın bir kesiti (rüyada geçen bölümü) olması, zaman ile mekanın bu anlamda kesişmesi, iç içe geçmesi başka bir bakış açısı, bir fırsat sunuyor bize. Peki, algı aracılığıyla insanı rüyadaki zamana götüren o trenin gittiği yer, yani rüyadaki zaman neresi? O trenin bizi ulaştırdığı yer, insanın kendi cehennemi olmasın sakın? Yoksa o cehennem, çocukluğumuz mudur?

RÜYALARIN ÖRSELENMİŞ KAZAĞI

Bence öyledir. Çünkü, “yara” adlı şiirde söylenildiği gibi, bugünkü yaralarımızı sardığımız sargı bezi, çocukluk rüyalarımızın örselenmiş kazağından sökülerek oluşturulmuştur. Ayrıca, “başka bir şey değil” adlı şiirde de, çocukluktan kalma bir yakarışla, bir çağrı, belki bir yalvarmayla karşılaşıyoruz: “Beni burada bırakmayın!” Ki, çocukluk yine bir rüyadan çıkıp dikiliyor karşımıza. “çocukluğun bakışını giyinmiş her rüya/ alıp götürür seni/ ‘Beni burada bırakmayın!/ Beni burada bırakmayın!’/ diyen bir kanatla”. Çocukluğun bakışı, “beni burada bırakmayın” çağrısıyla vücut buluyor. İlginçtir, başka bir şiirde, “su ve diken”de aynı çağrıya rastlıyoruz: “bakınca kalıyor soluğun karanlık sokaklara/ ‘Beni bırakmayın!’ diyen çocukluğa/ doğru kaydıkça göğsün daralan zamana”.

Rüyalarla ortaya çıkan travma, zihnin (gerçek ya da mecazi anlamda) karanlık bir yerinde gizlidir. “Beni burada bırakmayın!” yakarışı, hatırlanmak istenmeyen anılara hapsedilip kalma korkusunun dile getirilişi aslında. Çocukluk, bir yanıyla, belli bir yaş dönemini kapsayan zaman dilimini, bir yanıyla da, çocukluktan başlayıp bugüne değin uzanan bir süreçle hesaplaşmayı imliyor. Çünkü çocukluğun kalbine yanlış bir ok saplanmışsa eğer, sonrası, hep kaçırılan fırsatlarla, hayal kırıklıklarıyla dolu olacaktır ister istemez. “bekle demişti” adlı şiirde, bize bu konudaki dizelerin sır kapısını açacağımız bir anahtar sunuyor Yücel Kayıran: “çünkü kaçırılan her fırsat/ çocukluğun kalbine gider”.

ÇOCUKLUKTAN MAHSUR KALMIŞ HER BEN

Peki nedir kaçırılan fırsatlar? Yapmak istediğin (ama yapamadığın; çocukluk ayağına dolaştığı için yapamadığın) her şeydir. Onların hayalidir, çünkü ulaşılabilir değillerdir artık, olsa olsa bir hayal olarak, bir ukde olarak kalmışlardır içinde. “sürtüne sürtüne ilerlerken içinde/ yapmak istediklerinin hayali” demekle kalmaz, “gözlerimden akarak uzaklaşırken/ yapmak istediklerimin hayali” dizesiyle bu ruh halini pekiştirir Yücel Kayıran. Bununla kalmaz, diğerleriyle, yani yapmak istediklerini yapabilmiş, başarıya ulaşmış olanlarla yaşanan çatışmaya da değinir: “Çözülüyor seni kalbine bağlayan hayal/…/ varmak istediği hayata ulaşmışların/ artık başarıya ermiş ruhundan,/ korunamıyor varoluşun”. Varmak istedikleri hayata ulaşamamış olanların varoluşu, varmak istedikleri hayata ulaşanların ruhundan korunamıyordur. Bu edilgin duruma düşmenin, insanın yapmak istediklerinin hayal olarak kalmasının nedeni, bugün yanlış kararlar alınması, yanlış adımlar atılması değildir. Tökezleten şey, bellekte yer eden, bellekten akan hatıralardır: “hatıra değil içine düşen kar tanesi,/ düş değil peşinde gördüğün kabus/ soluk soluğa çıkıyor yüzünün yeraltından/ çocukluktan mahsur kalmış her ben”. “rüzgâr” adlı şiirdeki bu bölümün son dizesi, “Çocuklukta mahsur kalmış her ben” olsaydı, belki sözdizimine daha uygun olurdu. Ancak bu durumda, her benin çocukluğunda mahsur kaldığı, çocukluğunun cenderesinden kurtulamadığı, çocukluğuyla kuşatıldığı anlamına gelirdi bu dize. Oysa başka bir vurgu var burada: çocuklukta mahsur kalınmamıştır, çocukluktan mahsur kalınmıştır. Yani mesele, insanın bir yaş dönemi olan çocukluk çağı değil, çocukluk kavramı, çocukluk halidir. Mahsur kalınan yer, bireyin/bireylerin kendi çocuklukları değil, bir hal, bir durum olan, topyekun çocukluk kavramıdır.

Beni Hiç Göremezsin, Yücel Kayıran, 104 syf., Everest Yayınları, 2023.

Ve olan olur… İnsan kaçırdığı fırsatları anımsaya anımsaya, sonunda gölgesine benzer. “kaçırdığı fırsatları anımsadıkça/ insan gölgesine benzer” demekle kalmaz, bir başka şiirinde, “insan buharlaştığı yere benzer/ döküldüğü yere benzemez” diyerek pekiştirir bu durumu Yücel Kayıran.

HAFIZA ZEHİR, AKIL TUTKAL

Çocukluk kavramını sorgulamaya devam edersek, bir tutkal işlevi gören (parçaları bir arada tutan) akıl ile bugünümüzü bile imha etmeye çalışan bir zehirle (hafızayla) karşılaşırız. Çünkü karşımıza çıkan, bugünümüzü bile emmeye çalışan bir vakumdur; ailedir yani: “Aile vakumundan oysa/ uzaklara gittikçe yaklaşır her ben kendine”.

Aile, tepesinde sadece anne babanın olduğu hiyerarşik bir kurum değildir. Toplumsal hiyerarşinin bir parçası, çocuğa yansıyan izdüşümüdür. O açıdan, “Her akşam alkolle olurdu, her akşam/ içindeki aynalı odada dolaşan bir baba” dizelerindeki baba da, “Duayla sabır taşına kesmiş anne:/ -Güzel Allah’ım!/ sınadın hep/ dayanamadığım acılarla” dizelerindeki anne de, sadece şiir öznesinin anne babası değillerdir sadece. Onlar, toplumsal hayatın açmazlarının birer yansımasıdırlar. Alkolle ve kendi içindeki aynalı odada dolaşmasıyla hatırlanan baba ve duayla sabır taşına kesmiş anne motifi, bu ikilemin çıkmazını simgeliyor. Alkol bu durumun nedeni de olabilir, bir kaçış yolu da. Dua ise, hem dindarlığı hem geleneğe bağlılığı gösteriyor ancak bu durumda, içinde bulunulan açmazdan kurtulmak için sığınılan bir liman özelliğini de yüklenmiş olabilir. Aslında anne ile babanın çatışması gibi görünen, tüm bir coğrafyanın çatışmasıdır. Doğu ile Batı’nın, modernleşme çabasıyla gelenekselin arasında sıkışıp kalmanın göstergesi.

Zaten yukarıdaki dizeleri alıntıladığımız şiirin adı, bu anlamda yeterince yol gösteriyor bize: “hem Türk hem solcu hem Sünni Müslüman”. Arada kalmışlığın, kültürel açıdan sıkışmışlığın ve belki de uzlaşmanın mümkünsüzlüğünün aile içinde simgeleşen küçük bir örneği bu. İçinde “ışıl ışıldı cumhuriyet balosu” dizesinin geçtiği başka bir şiir olan “fener alayı”, bu anlamda ele alınmaya değer. Şiirde, Cumhuriyet balosuna giderken karşılaşılan kişiler, şu dizelerde anlatılıyor: “belediye başkanının oğlu Ragıp’ı gördük/ kaymakamın kızını, doktorun karısını/ siyah tayyör içinde bir buhurumeryem/…/ fener taşıyan askerleri gördük”. Kaymakamın kızı, belediye başkanının oğlu, doktorun, bir buhurumeryem gibi görünen karısı… Yani Cumhuriyet elitlerinin (kendileri değil) çocukları ve eşleri. Cumhuriyetin bir aristokrasi oluşturma, babadan oğula, babadan kıza ve kocadan eşe geçen bir elit kitle yaratma çabasının sonucu olsa gerek bu. O esnada şiir öznesi, babasıyla birlikte, önlerinden hem fener alayı hem de Cumhuriyet balosuna giden bu erkân geçerken, babasına küçük rakı almak üzere yola çıkmıştır: “-biz babama küçük rakı almaya gelmiştik!” Yabancılaşma çok yoğundur. Sadece babasına küçük rakı almak durumunda kalmanın değil, fener alayının, dolayısıyla Cumhuriyet ideolojisinin de yabancılığıdır bu: “fener alayı geçerken başkalarının gecesinde”. Çünkü o gece başkalarının gecesidir ve artık film kopmuştur şiir öznesinde: “-ben eve dönemem İbrahim!”

HEM TÜRK HEM SOLCU HEM SÜNNİ MÜSLÜMAN

Ben dönemem denilen ev, aile vakumunun simgesidir. “mürekkep ve su” adlı şiirde, “ev dediğin ne, aile dediğin/ ölüm dirim levhası/ insan kuru mürekkep/ çocuk su” dizelerini kurar şair. “veba” adlı şiirde de, “oysa eve akan nehrin ufku kalbe vedadır/ ötekiyle kurumlaşan her ben veba!” dizelerine rastlarız. Söz konusu olan evin içinde yaşanan anne/baba çatışması değildir sadece. Bu çatışmayı eve (dışarıdan) akan bir nehir getirmiştir. Ötekiyle kurumlaşan her ben’in veba olduğunu düşünür çocuk. Babanın bile isteye içine girdiği temsiliyete ait hissetmez kendini. Anne hakkında ise, geleneklerle, dinsel yapıyla bütünleştiğine dair (olumsuz) bir yargıyla karşılaşmayız. Babanın temsil ettiği kurumsal yapı olumsuzlanırken, annenin temsil ettiği geleneksel yapı doğrudan olumlanmaz ancak karşıtlık ilişkisi içinde nötr bir şekilde ele alınması, dolaylı bir olumlanma olarak değerlendirilebilir.

Ama sonuçta, çatışmanın ortasında kalan çocuğun çıkışsızlığı ve yalnızlığıdır. Onulmaz bir yalnızlıktır bu; çünkü bir araya gelmezlerin yalnızlığıdır: “senin yalnızlığın bir araya gelmezlerin yalnızlığı/…/ hem Türk hem solcu hem Sünni Müslüman”. Aynı şiirde, bu yalnızlığın nedenleri daha da ayrıntılanıyor ve bulunduğu sokakta tek başına kalmanın getirdiği üşüme hissinden dem vuruluyor: “aleviler evlerine gitti/ sünniler evlerine gitti/ milliyetçiler evlerine gitti/ solcular, sağcılar evlerine…/ herkesin bir cemaati var/ cemaatçiler evlerine gitti/ tan vaktinden önceydi/ bulunduğum sokak/ çok soğuktu, çok”.

Çocukluğun ve onun kaydının yer aldığı, kendine yol bulamayan hafızanın; artık bir hayalden başka bir şey ifade etmeyen “kaçan fırsatlar”ın ve tüm bunları, zaman zaman açığa çıkartan, ruhtan sökülüp orta çıkan rüyaların, yani bu kitapta yer alan şiirlerin eksenini oluşturan tüm bağlamların odağında, ben’i dikenli bir tel gibi çevreleyen şu üç oluşun bir aradalığı var: Aynı anda hem Türk hem Sünni Müslüman hem solcu olmak. Bu gerçekten de içinden çıkılmaz bir çelişki mi, bilmiyorum. Ama, “aldırma, öyle mi?” adlı şiire bakılırsa, karşımızda “Zil çalsın! Zil çalsın! Çalsın zil!/ çıkmak istiyorum diyen bir ruh, bu koridordan kendine” diyen, koridoru kendi labirenti olarak gören bir ruh olduğu tartışılmaz. Ayrıca şiirin başlığı, yani “aldırma, öyle mi?”, biraz önce söylediğim, “bu gerçekten de içinden çıkılmaz bir çelişki mi, bilmiyorum,” cümlesine (şiirlerin yazılış tarihine bakılırsa), en azından 20-25 yıl öncesinden verilmiş bir cevap niteliğinde. “Öyle mi?” bir soru değil çünkü. Hem sitem hem karşı çıkış içeren bir cevap.

Leave a Reply

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir